Doğrusunu söylemek gerekirse, Son Umut (The Water Diviner)
filmi hakkında sadece ama sadece övgüler dizmek istiyorum. Filmi basın
gösteriminde, baştan sona kadar “İçimi acıtacak bir sahne, bir diyalog veya bir
imalı görüntü çıkacak mı?” diye diken üzerinde oturarak izledim. Ama çıkmadı. “The
End” yazısını gördüğümde içimde “Bu film, gerçekten ‘ahlaklı’ bir yönetmenin
elinden çıkma. Basın konferansında bunu kendisine söylemeli ve tebrik
etmeliyim!” fikri uyandı. Sonuç olarak öyle de oldu. Russell Crowe yanında
Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Olga Kurylenko olduğu halde karşımıza oturduğunda
bayağı heyecanlı olduğunu fark ettim. Ben de heyecanlıydım. Çünkü aynı zamanda
ona rahmetli Ergun Göze’nin yazdığı, Çanakkale Savaşlarını birkaç perspektiften
ele alan ve Türçe-İngilizce metinli Kuğunu Son Ötüşü kitabını hediye etmeyi
düşünüyordum. Türk PR yetkilileri kitabı yardımcısına veya korumalarına vermem
gerektiğini söyleseler de Crowe ona hitap etmemden sonra kitabı bizzat almayı
tercih etti. Mütevazı ve sıcakkanlıydı...
Russell Crow’a içimden gelerek, “Ahlaklı bir film yaptığınız
için sizi tebrik ediyorum!” demiş olmak benim için adeta bir görevdi. Çünkü çok
uzun yıllardan beri Türkler ve mensup olduğum din ile ilgili iç açıcı filmler yapılmıyordu.
Bu bağlamda Son Umut, umutlarımızın tükendi bir anda içimizi ferahlatan bir damla
su oldu.
HİKÂYESİ
Avusturalyalı bir çiftçi olan Connor (Russell Crow), üç
oğlunu Çanakkale Savaşı'na göndermiştir. Çanakkale Savaşı'nın ardından
Türkiye'ye gelen Connor'ın tek hedefi uzun süredir haber alamadığı oğullarının
izini bulabilmektir. Connor'ın İstanbul'da başlayıp Çanakkale'ye ve oradan da
ülkenin çeşitli yerlerine uzanan bu arayış yolculuğunda en büyük destekçileri
Türk subayları Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (Cem Yılmaz) olacaktır. Connor
İstanbul’da tanıştığı Ayşe (Olga Kurylenko) ile de duygusal bir ilişki
yaşayacaktır…
Yönetmenliğini Russell Crowe’un yaptığı filmin senaryosu ise
Andrew Anastasios ve Andrew Knight ait. Senaristlerden Anastasios, Çanakkale
savaşları sonrası defin işlerinde çalışan Yüzbaşı Cyril Hughes’un bir mektubunda
gördüğü “Yaşlı bir adam oğlunun mezarını aramak için Avusturalya’dan buralara
kadar geldi” cümlesinden yola çıkarak hikâyeyi kendi açılarından gerçek bir
vakaya dayandırıyor. Bu, Connr’ın hikâyesi bağlamında önemli. Çünkü İngiliz hâkimiyetinde
iken bilâ-mecbur askere alınan çiftçi çocukları ANZAC (Avustralya-New
Zealand-Army-Corporation) adı altında Osmanlı’nın ümüğünü sıkmak üzere dünyanın
bir diğer ucuna ölüme gönderilmişlerdi… Bizim açımızdan ise onlar, savaş vakti “Kimi
yamyam, kimi Hindû, kimi bilmem ne belâ” mesabesindeydiler. İşte Russell Crowe,
bu açıdan, her yıl sadakatle gerçekleştirilen Şafak Ayini törenlerine rağmen Türk
insanının bugüne kadar kuramadığı empatiyi de yaratabilecek bir atmosfer
kurmuş. Bu bağlamda onu bir kere daha tebrik etmek gerek.
Filmdeki oyuncular için bir iki söz etmem gerekirse, Cem
Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın Oscar ödüllü bir oyuncu ile aynı çerçeveye
girmeleri ve uluslararası piyasada görünecek olmaları Türk Sineması’nın
kuruluşunun 100. Yıldönümü olduğu da hatırlanırsa gerçekten sevindirici. Bu
bakımdan da Russell Crowe’a teşekkür etmeliyiz. Belki de bu el sıkışma, Türk
sinemasının 101. Yılından itibaren dünya sineması olma yoluna itebilir…
Son sözüm: Bu filmi mutlaka seyredin. Ailenizle,
arkadaşlarınızla, eşinizle, dostunuzla... Ama mutlaka izleyin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder