SAYFALAR

19 Şubat 2013 Salı

Kelebeğin Kanatları, benim kalbim kırık


Üç şâirli, bol aşklı, hayatın yoksul çeşidi ve üç cenazeli, fikirden çok duygu yüklü ama illâ ki İsmet Paşa, CHP ve Cumuriyet'e kılçık atmalı... Buna karşılık, ana fikri flu upuzun bir film... “Of… Yeter! Bitse de cenazelerin helvasını yesek!” dedirtecek kadar!
"Usta yönetmen" Yılmaz Erdoğan, genç muhalifler gibi Cumhuriyet'e doğrudan "geçirmiyor". Zarif sahneler, göndermeler, mecazlarla vuruyor ve bilhassa belli etmemeye çalışıyor... Kimileri için bu tutum büyük bir deha ve sanat örneği sayıldı. Mesela duayenlerin bir kısmı filme bayıldıklarını söyledi (Bu arada duayen kelimesini, kökeni on kişinin başı demek, haberiniz ola... Artık bir meslekte duayenden bahsederken kaç kişinin başı olduğuna dikkat ederek söyleyin). Öte taraftan proaktiflikleri ile göz doldurmaya devam eden başka bazı yazarlar, filmde oynayamayan bir oyuncunun Oscarlık çapta bir oyun sergilediğini bile iddia ettiler!

Eskimiş bir sinema dili 
Komünist Rusya'yı (SSCB) eleştiren Rus filmlerinde, Lenin heykeli, Kremlin silueti, Stalin sırıtışı kötücüllüğün birer imgesi olarak sık sık kullanılır. Sinema estetiğini ve dilini ödünç alan üçüncü dünyanın nihilist, sosyalist, anarşist veya minimalist yönetmenleri bu anlatım biçimini aynen muhafaza ettiler (yaratıcılık kolay mı?). Kendilerince, ülkelerinin kötü siyasileri ve siyasi sembolleri (ülke bayrağa veya parti amblemi vs.) saydıkları unsurları filmlerine koyarak bıkkınlık veren bir adaptasyon geleneği yarattılar (Burada Atatürk büstünün önünde günah keçisi gibi kurban edilen fikirlerin hangi filmlerde olduğunu saymaya kalkışsam eleştirime yar kalmayacak).

Anlaşıldığı gibi bu yaklaşım bayatlamış bir anlatım tekniğidir. Zekâdan yoksunluğun veya düşünce tembelliğinin göstergesidir. Buna karşılık mesela büyük bir Macar yönetmenin (Szabo muydu?) Macar Komünist Partisi tarafından yasaklanan filminin en kritik sahnesini anlatayım:
"Lenin içi dışı pırıl pırıl ışıldayan fabrikaya girer. İşçiler dizilmiş tuğlu gibi muntazam sırada ve muntazam hareketlerle çalışmaktadır. Lenin, üretimi sorar, müdür büyük bir palavra sallar. Çünkü fabrika tüm Sovyetler gibi iflas etmek üzeredir. Nihayet Komünist lider tüm işçilere teşekkür edip imalat bölümünden çıkar ama dış kapıdan bırakılmaz. Biraz sonra bir yetkili gelip Lenin'in üstünü arar. Bir şey çalıp çalmadığını anlamak için!"
O film yasaklanır. Komünist parti başkanı olsaydım, ben de yasaklardım! Çünkü bu anlatım biçimi, Karl Poper'ın komünist yergilerinde acımasızca kullandığı zekâ kadar keskindir: herkesi keser!
Türkiye'mizin makûs talihi Macar sinemacılara göre daha feci. Taklitçilik, Molière'den beri ruhumuza işledi. Peynir kavanozu yalayan cimri gibi kendi hazinelerimizi terk edip kabızlaştık... Fecri Ebcioğlu "Her yerde kar var" gibi şarkı sözlerini büyük Türk bestecileri için değil, Çatı'larda şöhret kovalayan protezli şarkıcılarımız Türkçe gevelesin diye yazdı....
Kabil, Kahire, Tahran, Bakü, Duşanbe, Bombay radyolarında hit olmuş şarkıları bağlamayla uyarlayan babalarımız, emmioğullarımız, araya araya, best/k olanı buldular. Sonunda estetik algımız, birikimimiz ve zevkimiz bir gazinonun mutfak çöplüğü gibi görünmeye, kokmaya başladı. Ufunet çöktü üzerimize...
Uzun uzun örneklemeye gerek yok. Şimdi son filmi ilebaşyapıt yarattığı söylenen Yılmaz Erdoğan ustaya bir iki sual...
Sual ise sual
- Atatürk büstü ve Türk Bayrağı bulunan şeref köşesinde iki büklüm oluveren şâirin neden başka bir yerde aciz düşmediğini sorsam acaba Faşist mi olurum?
- Türkiyeli Kürt kardeşlerin çektiği filmlerde kötü adamların adları, Arabî kökenli değil de neden öz be öz Türkçe oluyor diye sorsam ırkçı mı olurum?
-Neden bu filmde de şâir Rüştü'nün rakibinin adı Kürşat ve neden Kürşat, diğer 5 arkadaşı ile adeta birer ok gibi (toplam 6 ok) dönüşüp sürü halinde Rüştü'ye girişiyor diye sorsam statükocu mu olurum?

-Neden Kürşad adının Nihal Atsız tarafından uydurulmuş bir isim olduğunu sorgulayıp üstelik o ismi filmin kötü kahramanlarından birinin taşıyabilmesinin mümkün olmadığını sorgulasam fazla mı ileri gitmiş olurum? (İsim ilk defa Sabahattin Ali tarafından kullanıldı ve tarih de 1936 idi!)
 
-Mesela Yılmaz Erdoğan, sanatsal özgürlükçülüğü kullanıp kötü adama, Kürşat yerine Abdullah veya Apo adını taksaydı, diye sorsam Kürt düşmanı mı sayılırım?
-Ve dahi eli silahlı boz libaslı Mehmetçiğin, T. C. Hükümeti'nin emriyle "prangaya urup" aç bîilâç yürüttüğü "mükellefler" yerine PeKeKe'nin dağlara sürdüğü bıyığı terlememiş çocukların filmini (Mesela Redür kod adlı ilginç hikayesi olan biri olabilir) neden yapmıyor Yılmaz Abi diye sorsam, gerçekçi olmamak veya Ergenekonculuk ile mi itham edilirim?
...
Üzülerek söylüyorum ki, bu filmden dahi diğer bazı Türkiyeli yönetmenlerin çektiği filmlerden çıktığım gibi, kalbim kırık çıktım!
Kelebekler, rüya görür mü bilmem ama benim Türk sineması için beslediğim rüya güzelliğinde ümitler maalesef bir kelebeğin ömrü kadar kısa sürüyor.
Su gibi... Şarap gibi ve zehir gibi / Güzel filmler seyredecektik: olmaz olsun!
Ön gösterimden çıktıktan hemen sonra telefonumdan bloguma yazdığım kısa yazımı okuyan bir okuyucu, benim de şiirler yazdığımı, hatta "Bir nehirdir duygular yürekte çağlar durulur / Düşte erkek görmemiş kızlar or'da soyunur."  veya "Su gibi, şarap gibi ve zehir gibi /  Güzel kadınlar sevecektik: olmaz olsun!" beytiyle beraber, "Gitmesen olmaz mı"gibi aşka dâir şiirlerim olduğunu hatırlatarak filmi değil yönetmeni eleştirdiğimi, film hakkında ne düşündüğümü öğrenmek isteyen bir mesaj attı.
Eleştiriyse Eleştiri
Tabii ki ona uzun cevabım gecikmeyecek ama şunları söylemeden edemeyeceğim:
Kelebeğin Rüyası'nınana fikri flu, konusu dağınık. Yılmaz Erdoğan'ın zaman zaman senaryo doktoru diye ortalarda gezen nev-zuhurlara danışmasında fayda var. Bu hikâyede Behçet Necatigil’in, iki şair arasındaki aşk yarışının inkita'a uğramasının ve benzeri pek çok bağlamın netleştirilmesi mümkünmüş. Filmde, çekim/plan/sekans ve bölümler zamana dayalı iç dinamikler kazandırılıp fluluktan kurtarılıp sağlam bağlansaydı uzadıkça uzamazdı.  
Mediha'yı canlandıran Farah Zeynep Abdullah
Kıvanç Tatlıtuğ'un yakışıklılığına diyecek yok ama bir reklamcı titizliği ile yapılan yakın plan çalışmalar, uzunca bir süre perdede kalması gereken ifadeler yerine sık kesmelerin kullanılması yönetmen maharetiyle "iyi oynamış"övgüsünü aldığını/alacağını gösteriyor. Kıvanç Tatlıtuğ'un, daha çok çalışması gerektiği belli oluyor. Buna karşılık, pek çok filmindeki performansı için bilhassa yüzüne karşı "İyisin, iyisin" denilen Mert Fırat'ın,"Ben piştim, yönetmen ne anlar ki!" havasını bir an önce terk etmesinde fayda var.
Filmin en sessiz fakat çerçeveye girdikten sonra acı içinde ve zorunlu olarak bizi terk edeceğini bakışlarıyla bize anlatan en iyi oyuncusu Farah Zeynep Abdullah (Mediha) için başarı dileklerimi sunuyorum.
Sinemamızın yeni kadın starlarından Belçim Bilgin'e gelince: Bilgin, bugüne kadar oynadığı televizyon dizisi ve filmlerde o kadar kendini tekrarladı ki, artık canlandırdığı karakterin ne olduğu fark etmiyor. "A, bu bizim Belçim!" dedirtiyor. Bu gidiş sinemada çok kötü bir gidiş. Üstelik Bilgin yalnız değil. Şimdi hemen aklıma gelen bir başkası Fahriye Evcen... Hem, Belçim Bilgin hem Fahriye Evcen galiba sete gitmeden önce Türkan Şoray filmlerini izleyip onu taklit ediyorlar. Türkan Sultan'ın gençlik yıllarındaki şımarık, nazlı, züppe genç kızları canlandırdığı hali adeta yeniden hortluyor. Ama şunu unutmayın ki, "Bir nehirde iki defa yıkanılmaz!"
Usta görüntü yönetmeni GökhanTiryaki'nin yönetmeni uyarması gerekirdi: Filmin 2:35:1 formatı derinlik duygusunu öldürüyor. Bütün resimler kartpostal güzelliğinde. Hatta yoksulluktan verem olmuş şairin evi bile Ara Güler'in, allı morlu köy kapıları, gecekondu pencereleri enstantaneleri gibi. Daha iyi derinlik sağlayan bir format kullanılıp, seyirci görsel olarak 1941'lere götürmeliydi. Üstelik Sanat Yönetmeni Hakan Yarkın ve Kostüm Tasarım Yönetmeni Gülümser Gürtunca'nın emekleri, o tür bir çekimde yerli yerini bulurdu. Her ikisinin çabaları takdir edilesi ama…
Bir öneri: Mesela The Master filminde mutadı dışına çıkıp, neredeyse terk edilmiş bir farklı çekim tekniği kullanarak 1945'leri görsel biçimde izleyicisine dibine kadar yaşatan PaulThomas Anderson ve Mihai Malaimare Jr., gibi… 
ALTAYAZI: Dijital çıktı format bozuldu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder