SAYFALAR

7 Ağustos 2012 Salı

Metin Erksan: “Eğer film seyretmekle sinemacı olunsaydı, makinistler en iyi sinemacı olurlardı.”

Taksim ile İstiklal Caddesinin bitiştiği noktada karşılaştığımız gün, Berlin Duvarı’nın (Demir Perde’nin) yıkılışının ya üç veya beşinci günüydü. 

“Metin Ağabey, söylediklerin gerçekleşiyor. Sen haklı çıktın!” diye sevinçle ona doğru koştum. 

Birden bire hınç dolu bir çığlıkla bağırmaya başladı…

“Coşkuuuuuun! Ya benim uçup giden 40 yılıma ne olacak? 
Geri gelecek mi? Geri verecekler mi?”

Donup kaldım. Şaşırdım. Bütün ahali dönmüş kim bağırıyor, kime bağırıyor diye bize bakıyordu. Biraz sonra sakinleşti. Gözleri kan çanağı gibiydi ve yaşlıydı.

O ki, Türkiye’nin geleceğe ilişkin dönüşümünü ve hayat tasarımını, Cumhuriyet’in kuruluşu yıllarından kalan “Anadolu İdealizmi”nden (Anadoluculuktan)  Marksizm’e geçen bir çizgide yapmıştı. Sabahattin Eyüpoğlu’nun kardeşi ve öğrencisi Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun senaryosunu yazdığı Karanlık Dünya: Âşık Veysel’in Hayatı (1952) onun hem metafizik, hem ahlaki, hem politik, hem de mistik-estetik duruşunun ilk habercisi olarak ortaya çıktı.

Ankara’da her ne kadar iktidar değişmiş, dönemin gerçeklerine (reel politiğine) hâkim bir başka iktidar gelmiş idiyse bile, 1923’ten beri temelleştirilmiş ve giderek “Kemalistleşmiş” kurum ve kuruluşlar hala “milli romantizm” döneminden çıkabilmiş değildi. Bu yüzden “cılız başak tarlaları” bahane edilerek film sansürlenmişti.

Bir başka okuma denemesi yaparsak o da şudur. Cumhuriyet’in Aydınlanma ve tam Batılılaşma ilkelerinin CHP yorumunu kıyasıya eleştiren DP hükümeti iktidardaydı. DP’yi iktidara taşıyan ise Sünni Müslüman vatandaşlardı. Tek Devlet, Tek Millet, Bayrak ve Tek Din anlayışı ile Metin Erksan’ın bir "Alevi mistik-ozanı" anlatan filmi, devletin “Tek din” çizgisinin dışına taşmış olmalıydı. Sansürün sebebi bu olabilir midi?  Eğer o gün bu okuma yapıldıysa elbette ki örtüsü, cennet vatanımızı çorak ülke gibi göstermesi olacaktı!

Metin Erksan’ın sağcı hükümetlerden ve vatandaşlardan çektiği, sol gösterip Kapitalist yumruğu çakanların çektirdikleri yanında hiç kalır... Erksan, daha Marksist hareketlerin başladığı dönemlerde “köylü devrimi mi, işçi devrimi mi” şeklinde ikiye ayrılan Türkiyeli Marksistler arasında, Kemal Tahir gibi meseleye bir de milli (ulusal) boyut katmış kanaat önderi aydının yanında yer almakla, Osmanlı paşazadelerinin torunlarından oluşan İstanbullu sosyalistler ile karşı karşıya gelmeyi göze almış oluyordu... Nitekim 1960 İhtilali’ndan sonraki özgürlük havasını solurken “Yılanların Öcü” filmini çekmiş, ancak İstanbullu ve devletlû sosyalistler, Yılanların Öcü’nü beğenmedikleri tüm filmler gibi, “film mi, kilim mi?” diye kulp takarak topa tutmuşlar, sinema eseri saymamışlardı...   Film Kartaca'da ödül alıp Fransız Sinematek Müdürü  Georges Sadoul tarafından göklere çıkartılana kadar!

Ardından Susuz Yaz filmi kaçak bir biçimde 1964 yılındaki Berlin Film Festivali’ne katılıp Altın Ayı aldığında Metin Erksan'ın klişe cümlelerle önü kesilemeyeceği anlaşılmıştı...

Metin Erksan ve o zamanki yoldaşı Halit Refiğ, dönemin sessiz fakat her konuda çok dirençli tanığı Sami Şekeroğlu gibi gerçekten vatansever birkaç kişi ile yoluna devam etmeye çalıştı ama zorlanmaya başlamışlardı. Bir yandan Ulusal Sinema için direnen millici sosyalistler diğer yandan Moskova kıbleli eleştirmenler diğer yandan da batıcı sosyalistler sinemayı farklı yöne çekiyordu. Ortada ciddi bir sorunsal vardı: Sinemamız hangi yolu seçecekti? 


Erksan’ın başı çektiği “Türkiye’nin kendine has bir milli kültürü, tarihi ve gelenekleri olduğunu savunan Ulusal Sinemacılar” ile Batı Avrupa Marksistleri ve çelişir biçimde büyük bütçeli (yani gişe için çekilen) Amerikan filmlerini seyrederek sinemaya yön vermeye çalışan Batıcı sosyalistler yani devletlû takımı bu guruplaşmanın başat taraflarıydı...

Sami Şekeroğlu Hoca’nun anlattığına göre, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ali İhsan Göğüş tam da bu sırada bir sinema şurası toplamaya karar verir.

1963 yılındaki ilk Sinema Şurası’nda, Konuşmak için kürsüye çıkan Metin Erksan, devletlû takımı ve diğer bazı sektör dışı kişilerin kim olduğunu Bakan Ali İhsan Göğüş’e sorar. Göğüş, onların film seyreden ve sinemayı bilen kişiler olduğunu söyler. Erksan aynen şöyle der:

“Eğer film seyretmekle sinemacı olunsaydı, makinistler en iyi sinemacı olurlardı.”
...
Metin Erksan’ın yokluğunda daha iyi anlıyoruz ki, çok haklı bir sual sormuş ve çok haklı bir yargıya varmıştır rahmetli…

30 yıldır festival filmlerinin gösterildiği karanlık salonlarında film seyrederek sinemacı olanlar ile Anadolu insanının bin yıllık birikiminden yola çıkarak ulusal bir sinemaya yaratmaya çalışan Metin Erksan, Halit Refiğ ve her zaman onlarla birlikte hareket etmeseler bile Ö. Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz... gibi eski toprakların yerini alabilecek sinemacıların gelmesini hasretle bekleyeceğiz.

Tanrı vefat edenlere rahmet, yaşayanlara sağlık ve afiyet versin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder