SAYFALAR

27 Ekim 2011 Perşembe

Zamana Karşı veya Darwin’e Karşı veya In Time veya Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm

In Timegörünüşte cilalı ama satır aralarında ilginç fikirler barındıran macera filmlerinden (Türkçe adı Zamana Karşı). Filmde, Darwinci Kapitalizm’e yapılan ağır eleştiriler neredeyse, “Acaba yeni bir silahlı sosyalist nesil mi yaratılmak isteniyor?” fikrini veriyor! Andrew Niccol’un yönettiği ve Justin Timberlake, Olivia Wilde, Shyloh Oostwald ile Johnny Galecki’nin oynadığı Zamana Karşı’da, “vakit nakittir” atasözü bir mecaz olmaktan çıkıp, gerçek anlamına bürünüyor. Hikayenin kendisi ise metafora dönüşüyor. Tıpkı İncil’deki kıssalar gibi... (Ki burada Amerikan film öyküleme geleneğinin ilham kaynağının kutsal metinlerdeki estetik çıkarımlar olduğunu hatırlıyoruz). 
Öyle bir çağ ki, zamanın akışı durdurulmuş. Zaman akıllı biletlerdeki gibi kontörmatiklere yükleniyor. Bankalar, fabrika ödeme noktaları veya takas usulü ile el değiştiriyor. İnsanlar gündelik yaşamlarını ancak zaman satın alarak geçirebiliyorlar. Kahve iki dakika, yemek 10 dakika gibi. Bir gün boyunca çalışıp 24 saat daha yaşayabilecek dakika satın alabilenler kıta kanaat (kıt kanaat değil) yeknesak hayatlarını sürdürebiliyorlar. 

Zaman satın alamayacak durumda olanların kalpleri küt diye duruyor. Tıpkı bugün dünyamızda yetersiz beslenme ve kötü yaşam koşullarından ölen, kimsenin umursamadığı milyonlarca insan gibi... Telef olan insanlığa karşılık Darwinci Kapitalistler, miktarı milyon kere milyonları bulan dakikaları kontör cihazı içinde banka kasasında saklayıp ölümsüzlük taslıyorlar: “Sizi gidi sahte Tanrılar sizi!” diyecek bir devrimci çıkana kadar! 
...

Bu hikâye size de ABD'li zengin bir ailenin varisi, oyuncu, gerilla örgütü üyesi, medya patronu William Randolph Hearst'ün torunu Patricia Campbell Hearst’ün hikâyesini anımsattı mı? Muhtemelen evet.  

Patricia, 4 Şubat 1974'de, solcu gerilla örgütü Simbiyonez Özgürlük Ordusu (Symbionese Liberation Army, SLA) tarafından kaçırılmış, San Francisco Körfez Bölgesi'ndeki her bir muhtaç insana 70 dolar karşılığı yiyecek yardımı yapılmasını istenmiş (filmde zaman isteniyor) Patty Hearst'ün babası, 6 milyon dolar tutarında yiyecek yardımı yapılmasını sağlamış, 3 Nisan 1974'te Hearst, SLA'ya katıldığını ve Tania adını aldığını açıklamış, 15 Nisan 1974'te, Hibernia Bankasının San Francisco'daki bir şubesinde gerçekleşen soygun sırasında görüntülenmiş ve Eylül 1975'te diğer örgüt üyeleriyle yakalanmıştı. Hapse giderken avukatı aracılığıyla şu mesajı iletmişti: 

"Herkese söyle, gülümsüyorum. Kendimi özgür ve güçlü hissediyorum. Dışarıdaki tüm erkek ve kız kardeşlerime sevgi ve selamlarımı iletiyorum".

Bu satırları aldığım Vikiye göre Hearst, 20 Ocak 2001'de ABD Başkanı Bill Clinton tarafından affedilmiş…
Patty’nin yukarıdaki mesajı, filmin de ana fikri ve ana mesajı. Darwinci “doğal ayıklama”ya karşı duruşu esas alan film, sonunda Patty’nin kardeşlik vurgusuna bağlanıyor: Kaçınılmaz olan eşitliğe vurgu yaparak, “Eğer bir kişi bile ölüyorsa, hiç kimse ölümsüz olmamalıdır” diyor.

Not 1: Sosyal Darwincilik ve Vahşi Kapitalizm arasındaki "derin" bağı anlamak için H. Spencer'i hatırlamak ve okumak lazımdır ama nette gezinip doyurucu bilgilere daha kolay yoldan da ulaşabilirsiniz!

BEHZAT Ç. SENİ KALBİME GÖMDÜM
Yeni yetme Türk sinemacılar, ulusal kültür ile bağları zayıf olduğu için filmlerindeki tipleri yaratırken, anneciklerinin onlara bebekliklerinde (Batı filmlerindeki modern annelere özenerek) anlattığı Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız gibi masallardan veya yeni yetmeliklerinde okuyup izledikleri Red Kit, Süpermen vs. gibi film ve çizgi hikâyelerden yola çıkıyorlar. 
Sanat yaşamları boyunca kurgulayacakları öykü veya herhangi bir kültürel formda, beyinciklerinin en dibine talihsiz biçimde yerleştirilmiş o masallardan yola çıkıyorlar... Sonra da hücrelerini ele geçirmiş Batı kültürüne müracaat ediyorlar. Behzat Ç. gibi güya iyi gözlemlenmiş bir karakterin dramında bile böyle olmaktan kurtulamıyor!
 
“Haaa… Ulla… Senin ananı Sin-kaf ederim” gibi küfürleriyle tam bir “Angaralı”lık sergileyen Türk polisi Behzat Ç.'nin hikâyesinde bize ait bir kahraman hayalinden, yerli bir ikondan iz yok. Katilin takma adı Red Kit, kullanılan polisin lakabı Avarel! Yabancılaşmaya/yabancılaştırmaya bakın! 
Yukarıda, In Time’ı anlatırken Hollywood senaristleri için, öykülerinin yazınsal ikonografik kökeni, İncil kıssalarıdır: hatta o kadar İncil’dir ki, kutsal kitaptaki metaforlaştırılmış öyküleme tekniğini çözümleyip kullanabiliyorlar. Neden? Çünkü hedef kitleleri Hristiyan kültürür içinde yetişen, şu veya bu şekilde o öyküleri dinleyerek, duyarak (bizim beş vakit ezan sesi duymamız gibi) yetişen insanlar. Bunu hem anlaşabilirlik hem de ticari açıdan gerekli buldukları için atlamıyor, buradan yola çıkıyorlar demeye getirmiştim! 

Ne kadar acıklıdır ki, bizimkilerin ulusal kültüre ait imgeleri darmadağınık ve melez. Ulusal bir eğitim öğretim terbiyesinden geçmek yerine Batı kültürüne angaje bir kültür edinerek yetişiyorlar. Bu yüzden temel felsefi dururşunu belirlemiş insanlar için bu yeni yetme sinemacılar, tavuk yumurtasından çıktığı halde kendini kaz sanan yavru civciv kadar komik ve trajikler... Üstelik, hesaplaşma, yüzleşme, sivil itaatsizlik gibi kavramları, felsefi temellerine inmeden sanat eseri haline getirmeye kalkınca takke düşüp kel görünüyor...
Lafın kısası.
Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm kaba saba bir komedi. Sözümona bir hesaplaşma, yüzleşme filmi. Umberto Eco amcanın dediği gibi, avamın yellenip kahkaha atmasına benzer bir komedi algısı. Siyaseten zararsız ve hoş görülebilir! "Derin"de değil, "satıh"ta. Gerçeğin peşinde değil, sayesinde sayeban olup gişeye oynuyor! Kurtlar Vadisi'nin bıraktığı milyarlık boşluktan kendine pay çıkarmayı umuyor... 

Ne yalan söyleyeyim, dinamik kurgusuna kapılıp Ankaralı polislerin belden aşağı vurgularına, şakalaşmalarına, şaşkınlıklarına sıradan bir seyirci gibi kapılıp kahkahalarla güldüm bile... 

Sonra? Sonrası yok! Daha salondan çıkarken sinema müdürür İstaklal Bey'in "Nasıl, iş yapar mı?" sualine şöyle cevap verdim:  

"Fena deel la; ...na k...y..m, iş yapar!" 
Bu seviyeye kadar indikten sonra Behzat Ç. nin “estetik temel” yoksunluğuna yaniden dönsek ne olacak, dönmesek ne olacak!

Koyverin gitsin!
 
ALTYAZI: Ömür Gedik, filmi neden beğenmediğimi sormuştu. Bütün bu estetik sorunlara girip kafa ütülememin müsebbibi odur!
 
*****
HAFTANIN BİR YILDIZLI DİĞER FİLMLERİ

İKİLİ OYUN: Michael Brandt’ın yönettiği ve Richard Gere, Odette Annable, Stephen Moyer ile Topher Grace’in oynadığı İkili Oyun (The Double; yani iki taraflı ajan) Soğuk Savaş Dönemini hatırlatarak günümüze mesaj veren bir film: Bugün ABD’deki Rus casusu sayısı ‘Soğuk Savaş Dönemi’ndekinin bir kaç katıdır! Düşman hala içimizde. Üstelik uyuyan eski neslin uyandırılan çocukları FBI, CIA gibi kuruluşlara sızıyor! Mesaj bu ama peki biz ne yapalım? 
Film, gönderme yaptığı dönem kadar soğuk ancak o dönem kadar boğucu, heyecanlı ve gerilimli değil. Hatta kimi yerlerde ne kadar eski konular, ne kadar çok seyrettik bunları, diyorsunuz. Seyret ve unut cinsinden… 
JOHNNY ENGLISH’İN DÖNÜŞÜ: Oliver Parker’ın yönettiği ve Rowan Atkinson, Gillian Anderson, Dominic West ile Rosamund Pike’in oynadığı Johnny English’in Dönüşü hamaset yapmadan milliyetçilik yapan, sakar ajan parodisi üzerine kurgulanmış basit bir film. Trüklerinin yanlış anlama üzerine kurulu eski komedi anlayışına dönük olması sizi şaşırtmasın, "Buckingham Palace" eski tarz komedilerden çok hoşlanıyor olmalı. Kahkahalarla gülüp hemen unutacağınız filmlerden… 

ANADOLU KARTALLARI... Şu kadarını söyleyeyim, bir sinema filminin, dramatik temel gereksinimleri vardır. Olmazsa olmazları vardır. İşte Anadolu Kartalları bu bağlamda mükemmel bir film! Sinema okullarında, kelimeler ve film kareleri ile drama nasıl kurulur, nasıl kurulamaz? Sualine cevap aramak için incelenebilir...

Benim için büyük hayal kırıklığı oldu! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder