SAYFALAR

9 Ocak 2009 Cuma

Sinema Sanatı Hurafe ve Paranoya Üretmeli midir?


MİSTİK, siyasi, ahlâki, sosyal yalanlara dayanarak film üreten sinemacıları sevmiyorum. Gösterimdeki filmlerden Doğmamış (The Unborn) mistisizm üzerinden yalan söyleyen bir film olarak öne çıkıyor (Yani bir tür mistik paranoya ile karşı karşıyayız). Şeytan çıkarma muhabbetinin bu sefer Yahudi Haham marifetiyle yapıldığı film, türün bütün klişelerini kullanıyor. Film beş bin yıllık hurafeler çöplüğünde eşiniyor. Gıdasını hurafelerden alıyor. Korkmaktan aptalca zevk alan seyirciler için birebir. Türün faydası yok! Kötülüğü ise sinema sanatı marifetiyle yaratılan “büyük yalan”ı sürdürmesi.


BÜROKRASİYİ SALLAYAN VALİ

Türk sinemasına korku filmleri yapmakla bulaşan hastalık, bu defa komplo teorileri üretme yani bir tür “dayanabildiğin kadar paranoya” söylemiyle kronikleşiyor! Vali filmini maalesef bu bağlamda değerlendireceğim:
Çağımızın “kritik hammaddesi petrol”ün 50 ila 100 yıl sonra suyunu çekeceği bilgisi üzerine enerji alanında üretilen komplo (fesat) teorileri ile gerçekten yaşamış bir bürokratın hayatı bir araya getirilirse ne olur denkleminde bir hikâye… Ama mesela Komplo Teorisi’nin (Conspiracy Theory, 1997) beyin gıcıklayıcı kıvamından daha doğru bir söyleyişleustaca kurgulanmış, yönetilmiş, çekilmiş ve bir atmosfer kurmuş olabilmekten bir hayli uzak.


Filmdeki vali, muhtemelen hiç ispatlanamayacak bir komplonun kurbanı gibi gösterilmek yerine (işte bahsettiğim hastalık tam da bu) esinlendiği
kişinin bürokrasiye kazandırdığı farklı bakış açısına odaklansaydı daha iyi olurdu. Çünkü Recep Yazıcıoğlu devletteki "seçilmişler, atanmışlar (bürokrasi) ve atanmışlar hiyerarşisi"ndeki denklemi zorlayan bir şahsiyetti. Bu sebepten ciddi bir öyküleme (sinema, roman, tiyatro…) karakteri için mükemmel ilham kaynağıydı. Halka tepeden bakan, işleri sürüncemede bırakan, “Bugün git, yarın gel” özdeyişini ile “Benim memurum işini bilir” utanç ifadelerini doğuran bürokrasi geleneğini -argo ifadesiyle- “cartttt” diye ortadan ikiye yırtmıştı.


Süper Vali
lakaplı Yazıcıoğlu aslında tek değildi. Türk bürokrasisinin artık etik olarak batağa saplandığı o yıllarda (12 Eylül sonrası, 1990’lar) mesela Jet Hâkim vardı. Sonradan çıkanlarla karıştırılmamalı, bahsettiğim Nurullah Aydın Doğu Anadolu'da (galiba Tokat'ta) Recep Yazıcıoğlu ile birlikte çalışmıştı. O dönemde Yazıcıoğlu hiç alışılmadık bir vali portresi çizerken, hakim Aydın, kendisine basının "jet" sıfatını yakıştıracağı, 250 yıllık, sürüncemeli davaları bir kaç ay içinde karara bağlıyordu...
Demem o ki: Türk sineması Batı ve Amerikan sinemasından sadece sinematografik ve teknik kopyacılık yapmıyor. Maalesef “büyük yalan”ı yaratan hikâyeleme tekniklerini ve ana fikirlerini alarak sinema sanatına zarar veren kirli ırmağa katılıyor…
Böylece, bizim benzersiz, haydi mübalağa yapmayayım en azından bu topraklarda yaşanmış "kendine has" hikâyelerimiz heba oluyor...


SEZARIN HAKKI SEZARA VERİLMELİ!


Bu arada Sezar’ın hakkını unutmamak lazım: Filmdeki trafik kazası sahnelerinde yaratılan gerçeklik duygusu ve babanın (Şemsi İnkaya) cenaze evine geldiği sahnedeki çekimler çok iyiydi. Ama mesela Sabancı Centre’ın arka plan olarak kullanıldığı suikast sahnesinin Lara Croft’u hatırlattığını üzülerek belirtelim…

*Bu yazı 09 Ocak 2009 Cuma Günü Bizim Gazete'de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder