18 Nisan 2013 Perşembe

Azize Tan'ın Yönettiği "Ebedi Sinema Döngüsü Festivali"

Azize Tan
32 yıl boyunca İstanbul’da kesintisiz ve etkili bir film festivali düzenlemek bulunduğunuz yere göre hayranlık duyulacak veya takdir edilecek bir durum… Hatta yöneticisini kıskanma konumunda bulunanlar bile olabilir. Bir gazeteci olarak İKSV etkinliklerinin tümünü takip ettiğim yıllar oldu. Caz, Tiyatro, Müzik, Sinema… Ama sonra herkes gibi yılların zulmüne uğradım. Şeker hastalığı ile beraber erken yaşlandım. Daha kötüsü biyolojik bir ihanet sonucu şişmanladım. Eski ataklığım, çevikliğim ve hırsım kalmadı. Veya bunların dereceleri düştü. İKSV etkinlikleri içinde şimdi sadece “Film Festivali”nin takip ediyorum ve doğrusunu söylemek gerekirse, film festivallerinin artık politik etkisini yitirdiğini düşünüyorum. Klasik dönemin yerini neo-klasik dönem onun yerini de popüler bir tüketim sineması almaya başladı. Ana akım ticari sinemadan bahsettiğimi sanmayın. Sinemanın araçlarının değişmesi, daha kolay ulaşılabilir olması yüzünden hemen herkes sinema yapabiliyor. Düşünün: 17. Yüzyılda, kâğıt kalem bulmak dahi bu kadar kolay değildi. Kâğıt kalem bulanların yazdıklarını kitap olarak bastırması neredeyse muhaldi. Ünlü bir yönetmenin dediği gibi, dünyanın dört bir yanında inandırıcı olmayan gerekçelerle savaşa sürülen Amerikalı askerler bile festivallere katılabilecek filmler çekebiliyorlar! Bunun ne demek olduğunu varın siz değerlendirin.

Film yapmak çok kolaylaştı ama bu filmleri internet dışında geleneksel biçimde paylaşabilme imkânı sıfıra indi. Bağımsız veya amatör bir filmin, sinema salonu bulabilmesi, gösterilebilmesi “mümkün, gayrı varit” durumuna geldi. Bu yüzden festivaller, klasik film paylaşım biçiminin, sinemaya gitme ritüelinin, sinemanın icat edildiği günlerdeki şekline dönüştüğü etkinlik olarak kutsanması gereken etkinlikler haline geldi. Daha doğrusu, Azize Tan yönetimindeki İstanbul Film Festivali 32. yaşında bu kimliği edindi! 

Azize Tan, girdiğim her salonda, etkinlikte, İstiklal Caddesi’nde, AKBANK Sanat’ta biz gazetecilere ayrılan cafede ve muhtemelen benim bulunmadığım aşağı yukarı 300’ün üstündeki festival etkinlik anında hazır ve nazır bulunmuş bir yönetici. Çok ilginç ki, bugüne kadar tanıdığım festival yöneticileri içinde hiç yorulmayanı! Veya yorulup belli etmeyeni… Hayranlığımı ilan ediyorum.

Ve…
İstanbul Film Festivali ile 27 yıldan beri her yıl 15 günlük bir zaman yolculuğuna çıkıyorum. Bu zaman yolculuklarının tümünde doyuma ulaştım mı? Meşrebim ve fikrimce festivaller geçirdim mi? Yani 27 yıl tam bir uyum içinde mi geçti? Elbette hayır. Bunların birçoğunda festival yöneticilerini değil vakıf mütevellilerini ağır biçimde eleştirdiğim oldu. Ama bu gün gördüm ki, festival her ne kadar Truvalı Helen gibi ulusal sinemamız üzerinde feci ve kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir savaş yaratmış olsa bile bizi öldürememiş. Hani sinemada çok tekrarlanan bir söz vardır: Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir! İşte aynen öyle oluyor sanırım.  

Bu yüzden bu sefer festivali eleştirmek yerine onun yaşayabilmesi için desteklenmesi gerektiğini yazıyorum. Sadece AKBANK’ın değil gücü olan tüm kurum ve kuruluşların festivale arka çıkması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin her bir gösterimi, yukarıda da söylediğim gibi Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin sinemayı icat edip bir kahvehanede ilk filmi gösterdiği ilk güne, ilk gösterim anına denk düşüyor...


Altyazı:
Festival sinemalarında görev yapan tüm hizmetlilere, festival adına mütercimlik yapan gönüllü çalışanlara (bilhassa Şebnek Kayahan’a), ve elbette Akbank Cafe’de 15 gün boyunca kaprislerime of demeden katlanan başta Faruk Kılıç, Hande Polat ve Sıla Gözüm’e gelecek yıl görüşmek dileğiyle teşekkürler… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder