5 Kasım 2012 Pazartesi

Skyfall: Fol da yok yumurta da! Bol sıçan var...

Skyfall filminde James Bond İstanbul'da başka yer kalmamış gibi en çirkin
görüntülerden birine sahip Kapalı Çarşı çatısında motor zıplatıyor. 

Gişeyi bir yerli yapıma kaptıran 007 James Bond'un İstanbul çekimleri kelimenin tam manası ile rezalet. Adana da öyle. Akdeniz kıyılarında Meksika usulu Tekila içip akrebi kapana kıstırmak neyin nesi oluyordu anlayamadım? İstanbul'a tekrar dönersek şunu hemen söyleyebiliriz. Bütün Batılıların gözünde, İstanbul, 1950'den evvel imparatorluk yadigârı bir şehirdi. Anlatılıp bitirilmiş bir Doğu masalından kalan hüzün verici ama asûde, kederli ama hüznün en çok yakıştığı, sessiz ama iç musikisi zengin... bir şehirdi. 

1950'lerde Adnan Menderes'in başlattığı yıkım ile beraber AP, ANAP, AK Parti hükumetlerinin vurduğu her kazma ile yüzüne silikon çektirdikçe garipleşen insanlar gibi bambaşka bir şeye devasa bir ucubeye dönüştü. 

Oryantalistlerin beslediği ön yargılı Batı kafası bu korkunç değişimin farkında. O yüzden çektikleri her filmde İstanbul'u bir kaos kenti olarak gösteriyorlar. Onlar için Mexiko City, Kahire veya Bombay'ın İstanbul'dan bir farkı yok. Bu mükemmel şehrin "oryantasyon" noktalarını dahi göremiyorlar (Sultanahmet, Süleymaniye, hisarlar vb...). Şehri  örten kaos onlardan bunu gizliyor. Mukallit iş adamlarının diktiği kuleler, artık beyaz birer kuğu gibi ufkumuzu süsleyen cami kubbelerini ve minareleri gölgeliyor. Gecekondu apartmanlar ve bir yere nişan almış tanklara benzeyen siteler de bu kaosa başka çirkinlik katıyor. 

Belki yönetmen Sam Mendes bu yüzden koskoca İstanbul'da motor yarıştıracak yer için bula bula İstanbul'un en çirkin görüntülerinden olan Kapalı Çarşı'nın çatısını bulmuştur! Çünkü bu çatılar ne Doğu Roma (çoklarının yanlış yere Bizans dediği devletin adıdır) ne Osmanlı'dır! Hiçbir özelliği yoktur. Kırmızı kiremitlerden ibaret herhangi bir yerdir. Buna karşılık Londra çekimleri aşağıda izah edeceğim gibi bambaşkadır.  


Sıra Londra'ya geldiğinde Sam Mendes, bu mamur şehri en güzel ufkuyla
göstermek için elinden gelen her türlü imkanı kullanıyor. Ne diyebiliriz ki,
bu onun filmi. İstanbul'u perişan edenler utansın...
Farkındaysanız yönetmen Mendes'in neden İstanbul'da çatılarda motor zıplattığından çok kendimize kızıyorum. Nitekim Mendes, filmin Londra çekimleri için diyor ki: "Burası benim şehrim. Onunla arama mesafe koymam çok zor. Buraya mitsel bir boyut katmaya çalıştım: Bir havası, bir atmosferi, bir tehdit boyutu olmasını amaçladım. Tahmin edilebilecek bazı yerlerde çekim yaptığımız söylenebilir ama umarım bunları tahmin edilemez şekillerde yapmışızdır!". 

Bu sözler ile İstanbul çekimleri ile karşılaştırıldığında bir nispet havası mı seziliyor ne? "Burası benim şehrim. Arama mesafe koyamam... Bazı yerlerde çekim yaptım." "İstanbul'un bazı yerlerini neden çekmedin, Mendes?" diyemiyorum.  Çünkü bu onun filmi...

Sonra da şöyle düşünüyorum: Eh kardeşim daha ne denebilir ki? Adamlar kendi şehirleri için "benim şehrim" derken sanki bir duanın sonunda "Amin!" diyorlar. Şehirlerine tapıyorlar. 
Ya İstanbul?
İstanbullular?
Belediye Başkanları?
Yabancı yatırımcılar?

... 

Filmde beğenmediğim veya içimi ekşiten başka bir şey de kötü karakter Silva'yı (ana karakterlerin en önemlisidir) canlandıran Javier Bardem'in büyük oyunculuğunun -bana göre - iyi kullanılmamış olmasıdır. 

No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok-2007) filmindeki, bizi korkutan ve koltuğumuza çivileyen Anton Chigurh karakterini yarmadaki yüksek performansı için Bardem'e, "Suçun kemale ermiş hali" demiş ve hatta Oscar dağıtımından sonra, "Oscar'ı Suçun Kemale Ermiş Hali Kazandı" başlığı atmıştım. 

Bardem gibi bir oyuncunun, teşkilatının ihanetine uğrayarak öç peşinde koşan bilgisayar kurdu bir intikamcıya dönüştürülmesi çok kötü olmuş. Başka bir deyişle çok kötü bir biçimde anlatılmış... Bu tür casusluk filmlerinin en zorlu yanı kötü adam tipini bir karaktere dönüştürmektir. Jean Paul Belmando'nun, Le Professionnel (1981) filmindeki oyunundan sonra, bana göre onu geçemeyen her karakter bir tekrar tipine dönüştü. Bu bağlamda  plastik makyajla değiştirilmiş yüzü, kaşları, daha da kabalaştırılmış yüz hatları ve bu sterotyp'i canlandırmak için sarf ettiği gayrete rağmen, "Ha Bardem, ha sürünün içinden bir koyun", bile diyebiliriz...

Bardem'e anlattırılan bir adayı istila eden sıçanlar (sıçanlar kemirerek çürüten, yok eden; geleceğimiz için sakladıklarımıza saldıran, zora geldiklerinde gemiyi (adayı) ilk terk eden vb.) hakkındaki hikaye ise filmin akılda kalan ve mesaj içeren en önemli repliği... 

Ne de olsa kıssadan hisse çıkartan bir toplum geleneğinden geliyoruz: Hikaye şöyle:

Bir adayı (mesela İngiltereyi!), sıçanlar istila ederse ne yaparsın? Bir boş fıçının ağzına bir parça peynir koyarsın. Peynire gelen her sıçan içeri düşer. Sonunda sıçanları yakar mısın? Boğar mısın? Hayır. Bırakırsınız. Acıkırlar. Birbirlerini yerler. Yani beslenme ve davranış biçimlerini değiştirirsiniz... Son kalan iki sıçan... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder